Müzmin, iflah olmaz bir hastalıktır başarısızlığı kabullenmemek, hiç bir özeleştiri getirmeden becerememeye türlü kılıflar üretmek. Başarısızlık sonrası yapılan samimi bir özeleştiri ve ders çıkartma hali ümit vaat eden bir durumdur oysa ki. Bir şirkette, bir dernekte, bir sivil toplum kurumunda, bir spor kulübünde, bir kamu kurumunda yıllarca kalıp başardıklarıyla, oluşturduğu katma değerle öne çıkmak yerine başarısızlığa kılıf uydurmadaki maharetleriyle zirveyi zorlayan tiplerden siz de sıkılmadınız mı? Kendi başarısızlığını perdelemek için herkes kötü ben iyi deyip “kurban rolüne” soyunan ve mağduru oynayan yöneticiler bizi nasıl bu kadar kolay ikna edip kandırabiliyor?

Çok uzağa gitmeden önce kendimizden başlayalım, biz başarısız olduğumuzda bu durumu kabullenip bundan dersler çıkarabiliyor muyuz? Yoksa biz de kendi küçük dünyamızda bir tahakküm kurup etrafımızdakileri, peşimizdekileri yalanlarımızla oyalamaya mı soyunuyoruz.

Düştüğümüz bu acıklı durumu Carl Gustav Jung şu şekilde tariflemiş: "Hayatta en acıklı şey, bir insanın problemin kendinden kaynaklandığını görememesidir."

Kişi öncelikle kendi sergileyemediği erdemli bir tavrı, tutumu başkalarından, onu yönetenlerden isterse bu gerçekten ne kadar sahici, ne kadar tutarlı olur? Kendini sorgulamakla, değiştirmekle yola koyulamayan biri, hemen yanındakini, etrafındakileri, yönetenleri, toplumu nasıl değiştirebilir?

Tolstoy’un güzel bir sözü var: “Herkes insanlığı değiştirmeyi düşünür, ama hiç kimse önce kendini değiştirmeyi düşünmez.”

Hakikaten öyle değil mi, bu soruyu kendimize sorduğumuzda biz kendini değiştirmekle işe koyulanlardan mıyız acaba? Cevabımız evetse ne güzel, evet diyenlerin oranı yükseldikçe toplumun da insanlığın da organizasyonların da değişeceği, gelişeceği muhakkak.

Kendimizi sorguladık ve önce kendi yanlışlarımızı acımasızca eleştirdik, eleştirilmesine müsaade ettik ve kendimizden başlayıp yola koyulduk diyelim. Peki kendimizi ait hissettiğimiz kurumun, organizasyonun, derneğin, sivil toplum kuruluşunun, hatta daha güncel bir örnek verelim bir spor kulübünün yönetimini eleştirmek, başarısızlıklarını çekinmeden yüzüne vurmak için kendimizi ne kadar cesur ne kadar objektif hissediyoruz? Ya da bulunduğumuz ortam, kültür buna ne kadar müsaade ediyor?

Sürekli her başarısızlığın müsebbiplerinin dışarıda, başkalarında arandığı, “samurdan kürk olan kabahatin” asla sırta alınmadığı, istifa kelimesinin lügatte yer almadığı bir organizasyonun başarılı olduğu görülmüş mü?

Buz gibi bir gerçek ortada duruyor aslında ama biz onu yüksek sesle ne kendimize ne de dışımıza duyuramıyoruz, itiraf edemiyoruz. “Başarısızlık” kelimesinin tanımında, formülünde bile bir mutabakat sağlayamıyoruz. Hemen tarafımızı seçip tanıdık tarafgir notalarla yazılmış türküyü tutturanlar arasına dahil oluyoruz. Başarının kriterlerini hiç bir müessese, hiç bir organizasyon için net ortaya koyamıyoruz. Başkalarını suçlayanın, lafı eveleyip geveleyip kelimelere taklalar attırıp kendilerini başarılı göstermeye çalışanın önüne o alanda yayınlanmış istatistikleri, kıyaslamaları koyup eleştiri yağmuruna tutamıyoruz. Duygularımız, aidiyet duygumuz, önyargılarımız bizi bu özeleştiri getirme, doğruya ulaşmak için eleştiride bulunma refleksinden alıkoyuyor. Bir anda kendimizi algılardan oluşan, manipüle edilmiş rasyonellikten uzak bir fikri savunurken buluyoruz. Bir bakıyoruz dev bir şirketin CEO’su kendini kaybedip üslubun, saygının sınırlarını yerle bir edip hayatta akla gelmeyecek, hiç bir mantığı olmayan savunmaların, argümanların müdafisi olabiliyor. Alanında önde gelen bir akademisyeni bilim yaparken sergilediği titizliği, rasyonelliği bir kenara bırakıp kendini ait hissettiği spor kulübünün saçma argümanlarını delicesine sahiplenirken bulabiliyoruz. Toplumun her seviyesinde tarafgirlik hastalığına bu denli kapılmak hepimizi oldukça tedirgin etmeli ve normale dönmek, gerçeklere yaklaşmak, gerçeğin, hakkın peşinde olmak için hepimiz gayret göstermeliyiz.

Kendini eleştirebilen, kurumun başındaki yönetimi muhatap alıyor olsa dahi her türlü tenkite zemin hazırlayan, öyle bir kurum kültürüne sahip olan organizasyonlar ancak gerçekten başarılı olabiliyor ve kendi alanlarında zirveyi zorlayabiliyorlar. Yenilenmenin, her seferinde daha iyisini yapabilmenin yolu yapamayanı, makul bir süre verilse bile yine de başaramayanı yenisiyle değiştirmekten geçiyor. Değişim, yenilenme, yapamayanı yenisiyle ikame etme kurumları, organizasyonları zayıflatmıyor bilakis güçlendiriyor.
Galatasaray Müzesi

Yazımı benim de taraftarı olduğum bir spor kulübüyle Galatasaray SK ile bitireyim. Katılanlar olur, katılmayanlar olur ama başarılı olmanın öncelendiği, başarısızlığın ise en rasyonel şekilde eleştirildiği, cezalandırıldığı kurumlardan biridir Galatasaray. Farz-ı misal ligi 13ncü sırada bitiren bir yönetim UEFA kupasında yenilgisiz bir seri yakalamış da olsa yılını doldurmadan gönderilir. Arkadaki hesapları bilemem elbette ama zahirde bana görünen beni bir taraftar olarak mutlu ediyor, hep başarının odakta olduğunu, öyle bir sorgulamanın olduğunu görmek beni tatmin ediyor. Eminim pek çok Galatasaray taraftarı da bu başarı odaklılıktan bir an tereddüt etse kuru kalabalığa, boş lafa itibar etmez, ister yönetim, ister teknik kadro, isterse takım; takkeyi önüne koyup düşünmelerini, başarıya gidecek yeni bir yol inşa etmelerini ister, bekler.

Başarıyı nasıl takdir ediyor, ödüllendiriyorsak bütün ideolojilerden, aidiyetlerden, duygulardan, taraftarlıktan sıyrılarak nerede olursa olsun her yerde tekrarlayan başarısızlığı da bütün çıplaklığıyla ortaya koyup ona sebep olanlarla yolumuzu ayırmayı, teşekkür edip göndermeyi bilmeliyiz.