Yapmak zor, yıkmak, tarumar etmek kolay, yapanı eleştirip yerin dibine sokmak ise en kolayıdır. Yapana, inşa edene, başarılı olana saygı duymak, arkasında durmak, yere düştüğünde ise sabretmek, destek olmak gerekir. Bizim tabiiyetimizde bir genetik kod mu bilmiyorum ama düşeni “ilk taşlayan” olmak için sanki pek çoğumuz can atıyoruz. İyiyi, güzeli, müspeti düşünen bir toplumduk bir zamanlar şimdi ise hepimiz bir öfke, kin, zulüm ve riya makinasına dönüştük. Evet bir makine gibi durmadan, bir yerden emir bekler gibi hiç atlamadan, acımasızca düşenin itibarını silip yok etmek için tetikte bekliyoruz. Biri düşmeye, başarısız olmaya görsün acımasız eleştirilerimizi bir ok gibi böğrüne saplamaktan asla tereddüt etmiyor, azıcık sendeleyeni kıyasıya yerden yere vurmaktan büyük bir keyif alıyor, haz duyuyoruz. Durup düşünmek, sorgulamak şöyle dursun hep birlikte hunharca bir itibar katliamına girişiyoruz.
En çok da bizden olana, sıfırdan gelip, kendi başarı hikayelerini yazanlara karşı toleransımız yok. Oysa en çok onlara tolerans gösterip, onlara destek olmak gerekirken… Tıpkı Köfteci Yusuf ve Kerem Aktürkoğlu örneklerinde olduğu gibi. İkisi de yokluktan, sıfır noktasından başlayarak çalışkanlıkları ve gayretleriyle kimseden iltimas görmeden başarılarla dolu bir kariyeri kendi başlarına inşa etmişler. İkisi de apayrı alanlarda imrenilecek, ayakta alkışlanacak başarılar elde etmişler. Biz ise onlar gibi olanlara, milli olana, yerel olana, bu topraklardan yetişenlere hem sabırsız hem acımasız hem de bir o kadar da gaddarız. Ne bekleyip görmeye, ne de tahammül edip aslını anlamaya arzumuz var.
En yakından, en güncelden başlarsak Köfteci Yusuf’un katli vacip bir suçlu gibi başına gelenler sizce de ibretlik değil mi? Bir köfteci dükkanından 2 milyar dolarlık bir ciroya ulaşan, 278 şubeli, 12 bin çalışana istihdam imkanı sağlayan bir restoran zincirini bir haberle bütün ülke yerden yere vurmaya başladık. Suçu varsa elbette ölçüsü mukabilince cezasını da çeksin. Fakat sorgusuz, sualsiz, büyük bir coşku ile kendi tesislerinde ürettiği ete domuz eti karıştırdığına hemen inanıverdik. Dün yere göğe sığdıramadığımız, başarı hikayeleri boy boy yayınlanan bir iş insanını ve sıfırdan inşa edip büyüttüğü güzide bir kurumu taşlamaya başladık. Severken de kızarken de neden bu kadar rasyonellikten uzak ve ölçüsüsüz biz? Bir an bile acaba arkasında başka bir şey olabilir mi diye düşünmedik. 25-30 yılda oluşturulan bir itibarı yerle bir ediverdik. Mahkemedeki soruşturmaya getirilen gizlilik kararı ve kötü kurumsal iletişim de bu kötü sürecin en büyük katalizörü oldu elbette. Fakat 700’e yakın veteriner çalıştıran bu büyüklükteki bir işletmenin böyle bir işe kalkışması için gerçekten geri zekâlı ve basiretsiz olması lazım. Ürettiği üründe, üretimde, serviste istemeden bir ayıp işleyen tek marka onlar değil elbette olmayacak da. Bu ülkenin büyüttüğü markalara, özellikle geçmişinde kara leke bulunmayan böylesi büyük kurumsal markalara biraz daha tolerans gösterip, destek olması gerekmez mi?
Kerem Aktürkoğlu’nun da çok benzer bir hikayesi var. O da Anadolu’da 3ncü ligde top koştururken çok zorlu bir yolculuktan geçerek, “kariyerim bitti artık olmayacak” deyip vazgeçmek üzereyken, sıfırdan başlayıp alnının teriyle harika bir başarı hikayesi yazdı. Bugün Benfica’da top koşturan, şampiyonlar liginde golleri, asistleri ve performansıyla parmak ısırtan bir futbolcu o. Bu hızla devam ederse Benfica kulübünün tarihindeki efsane futbolcular arasına gireceği de muhakkak. Onun başına gelenler de Köfteci Yusuf’dan pek farklı değil, çok değil birkaç ay önce de sosyal medyada onu yerden yere vuruyorduk. Galatasaray’da oynadığı 4 yılda kulübün istatistiksel olarak en yüksek performansı gösteren futbolcularından biriyken gördü bütün bu zulmü. Yuhalandı, acımasızca, hunharca eleştirildi, aşağılandı, küçümsendi. Takımın yabancı oyuncularından esirgenmeyen tolerans ve anlayış ondan esirgendi. Gol atarken, asist yaparken bir sonraki olası acımasız kötü tezahürat aklına geldiğinden mi bilinmez pek çok kez canı gönülden sevinemedi belki de. Golünü atarken sihrini yaparken gördük biz onu hep ama o sihirli değneği bir tek öfkeli ve tahammülsüz seyirciye tesir etmedi. Kendisinin duygusal bir karakterde olmasının da üzerinde oluşan baskıda çok büyük payı var elbette ama asla böylesi bir muameleyi hak etmemiş biriydi o. Bizim göstermediğimiz sabrı Benfica’nın göstermesine gerek bile kalmadı çünkü üstündeki bütün negatif yükten, baskıdan kurtularak gitti o Avrupa’ya. Kuş gibi hafiflediği her halinden belli o haliyle 3-4 maçta bütün Benfica taraftarlarını büyülemeyi başardı. Bizim göstermediğimiz sabrı, zarafeti, anlayışı, desteği ona Benfica taraftarları gösteriyorlar. Efendiliği, insanlığı, çalışkanlığı, gayreti ve hırsıyla yerini her takım arkadaşına bırakırken ayakta alkışlanan bir ikon futbol karakterine dönüşüyor Benfica kulübünde Kerem Aktürkoğlu.
Zina yaptığı iddia edilen bir kadını taşlamak için can atan topluluğa “İlk taşı, günahsız olan atsın” demiş Hz. İsa. Herkesin az veya çok günahı olduğu için kimse “o ilk taşı” atamamış ve kadın da affedilmiş. Hangimizin hiç günahı yok da 2 milyar dolar ciro yapan bir markaya, 12 milyon euro bonservis bedeline sahip başarılı bir futbolcuya “ilk taşı” büyük bir hışım ve coşku ile atmak için can atıyoruz. Neden “bilmeden, istemeden, hata yapabilme özgürlüğünü” onlara vermekten imtina ediyoruz. Yeni markalar, yeni sanayiciler, yeni ünlü futbolcular, mühendisler, doktorlar yetiştirmeye hava gibi su gibi ihtiyacı olan bir ülkenin gençlerine, müteşebbislerine “istemsiz hata yapma ve özür dileyip düştüğü yerden kalkıp yeniden işe koyulma” fırsatını vermesi gerekir. Bilerek kötülük yapanın, niyeti menfi olanın yaptığının yanına kar kalmadığı, mazlumun hakkının ise herkesçe korunduğu bir ülke olmayı dileyelim hep birlikte.