Konuşurken anlaşılmadığımızı hissettiğimiz anlarla sıklıkla karşılaşırız, ısrarlı anlatmalarımıza rağmen çift yönlü iletişimin bir türlü sağlıklı gerçekleşemediğini görmek bizi oldukça rahatsız eder. Muhatabımızın bilinçli olarak anlamak istemediğini de hissederiz bazen. Biz söyleyeceğimizi söyleriz ama buna rağmen karşı tarafın bilerek veya bilmeden bu mesajı almaması ve yanıt vermemesi bizi çileden çıkarır. Çoğumuz böyle hallerde kale alınmadığımızı bile düşünürüz. Peki içinizde duygular coşarken, söyleyeceğiniz çok şeyler varken söyleyememek, kendimizi ifade edememek nasıl bir duygu olsa gerek? Çok şey anlatmak isteyip bir kelime de olsa anlaşılmak için çeyrek asır sabredebilir mi bir insan? Her defasında yaşadığı hayal kırıklığına aldırmadan "her şeye rağmen" bir sonrakini denemek ve 26 yıl boyunca bıkmadan denemeye devam ederek anlaşılmayı beklemek ne kadar zor olsa gerek.
Hissettiğini anlatabilmenin ve anlaşılmanın yani çift yönlü sağlıklı bir iletişim kurmanın ne denli büyük bir nimet olduğunu bana iliklerime kadar hissettiren bir film izledim geçenlerde. TRT2'nin sinema kuşağının müdavimi olduğumu dostlarım bilirler. Orijinal adı "Chce Sie Zyc" olan "Her Şeye Rağmen" adlı 2013 yılı Polonya yapımı bu film beni benden aldı. Doğuştan serebral palsi yani beyin felci hastalığına yakalanmış bir çocuğun başından geçen gerçek bir hikayeyi anlatan film bir yandan bu hastaların dünyasının derinliklerine bizi çekerken bir yandan da sağlığın ne büyük bir nimet olduğunu çok net hissettiriyor izleyicisine.
Tek bir repliği bile olmayan hastamız Mateusz'un inleyerek, bilinçsiz sanılan hareketlerle kendini ifade etme çilesi doğumuyla başlıyor ve çeyrek asır devam ediyor. Polonya'da maddi durumları çok da iyi olmasa da mutlu mesut geçinmeye çalışan bir ailenin en küçük oğlu Mateusz. Annesi ve babasının başlarına gelen bu imtihana rağmen onu hayata tutundurma, mutlu etme çabaları müthiş. Oğullarını doktora götüren ve durumundan ümitvar olmaya çalışan anneye doktorun "oğlun bir bitkiden farksız" demesi anneyi o an çökertse de anne mücadelesinden vazgeçmiyor. Aslında doktor önce Mateusz'u kendisine yemek hazırlandığında sevinç gösterisi yapan evcil bir hayvana benzetiyor sonra biraz insafa gelip onu etrafındaki hiç bir şeye tepki vermeyen bir bitkiye benzetmekte karar kılıyor. Bitkilerin bile dili vardır dediğinizi duyar gibiyim. Bitkileriyle konuşup onların daha iyi büyümelerini sağladığına inananlar bile varken doktorumuz anneye acı gerçeği söyleyip adeta onu Hz. Yusuf misali dipsiz kuyulara atmasını istiyor.
Böyle filmlerde genelde dışarıdan bu hastanın dünyasına odaklanılır oysa bu filmde bizler Mateusz'un iç sesini dinliyor, onun çaresizliğine yol arkadaşlığı ediyoruz. Yönetmen Maciej Pieprzyca bizi de onun sessiz, hüzünlü, kasvetli dünyasına çekmeyi başarıyor, onunla birlikte sanki izleyici olarak bizler de etrafındakilere birlikte tepki veriyor gibi hissediyoruz. Öyle anlar geliyor ki Mateusz onları anladığını göstermek için önüne çıkan bir fırsatı değerlendirmek istese de fiziksel engeli nedeniyle başarılı olamıyor. Anlaşılamamak, bitki gibi yok sayılmak öyle içinize oturuyor ki siz de onunla birlikte yerde sürünüp koltuğun altındaki o tokaya uzanmak istiyorsunuz. Anlaşılmak ile anlaşılmamak arasında onun için engeller ne kadar büyük ve aşılmaz ise bazen bizler de benzer şekilde sevdiklerimizle, çalışma arkadaşlarımızla aramıza görünmez, aşılmaz, anlaşılmaz duvarlar, engeller inşa etmiyor muyuz?
İnsan çevresindekilerle, sevdikleriyle bir sohbet edebilsin, birbirine muhabbet duyabilsin, sevebilsin, üzülsün diye tasarlanmış, öyle yaratılmış. Mateusz'un keder dolu yolculuğuna eşlik ederken iki kelam etmenin, sevmenin, sevilmenin, diyalog kurabilmenin, iki süslü söz söylemenin, karşılıklı anlaşmanın hatta tartışmanın ne denli kıymetli olduğunu anlıyorsunuz. Mateusz da çocuk yaşlarında karşı komşunun kızına aşık oluyor ama onu ona götürecek ne sağlıklı ayakları var ne de annesine bu yöndeki iradesini aktarabilecek cümleleri. Hep bir muhtaç olma hali var ki ne ihtiyacı olduğunu bile söyleyememe derecesinde! Evin önündeki bahçede oturdukları bir gün sevdiği kız yanına gelince dünyalar onun oluyor ve dikkatini çekip bir temas kurmayı beceriyor Mateusz. Öylesi zor elde edilen, öylesine kıymetli bir kalpten kalbe bağ ki onunkisi öyle seven, öyle bağlanan asla gönül kırmaz, kıramaz diyorsunuz görünce. Keşke bizler de kıymetini onun gibi bilsek de yoktan yere sevdiklerimizi, dostlarımızı incitip kırıp dökmesek.
Mateusz'un zor hayatını güzelleştiren daha doğrusu güzelleştirmeye çabalayan annesi ve babası da onun her şeyi anladığını hiç fark edemiyorlar. Fakat her şeye rağmen kararlılık ve büyük bir sabırla oğullarına ve onun ağırlığı her geçen gün artan tonlarca ağırlıktaki "umutsuz durumuna" sahip çıkıyorlar. Önce ölen babası terk ediyor Mateusz'u sonra da yaşlılık nedeniyle artık bakımını üstlenemeyen annesi. Ablası onu bir rehabilitasyon merkezine götürünce Mateusz da biz de aslında onun için çile dolu yılların daha yeni başladığını anlıyoruz. Kendini anlatamayan, hissettikleri, söylemek istedikleri anlaşılamayan Mateusz artık büsbütün bir karamsar bir ortamın içinde buluyor kendini. Kendini anlatma çabasından aralıklarla vazgeçiyor gibi olsa da merkeze gelen gönüllü hasta bakıcılarla bir temas kurmaya çalışıyor. Bütün engellerine rağmen birini daha sevebilmeyi bir gönül bağı kurmayı beceriyor Matheusz. Kapkaranlık bir tünelin içinde bir yerden bir ışık doğar mı diye o ümit ediyor, izleyici bekliyor ama ne yazık ki o ışık bir türlü peydahlanmıyor, açılır gibi sanılan kapılar da yüzüne kapanıyor.
Böylesi bir dramla boğuşan bir insanın çeyrek asır sabırla, inatla, ümitle o ışığı beklemesi hikayenin belki de en çarpıcı yönü. Asla vazgeçmeden kaçımız inandığımız bir hedefe ulaşmak için onun kadar sabredebiliyoruz? Kaçımız vazgeçmeden, yarıda bırakmadan azmederek inatla çıkış kapısının önümüze çıkması için bütün şartları zorluyoruz? Onun bu azim dolu hikayesi izleyici olarak bizlere "asla ümitsizlik sarmalına kapılmamamız gerektiğini" fısıldıyor adeta.
Filmi izlerken ara ara çeşitli semboller ve o sembollerin ne ifade ettiğini anlatan kelimeler geliyor ekrana. Başta bunu anlamasanız da sonradan bunların ne anlama geldiğini anlıyorsunuz. Mateusz 26 yıl sonra karşılaştığı bir rehabilitasyon uzmanına bir kez daha kendini ifade etmeyi deniyor ve "sizi anlıyorum" çığlığı atar gibi inlemeye başlıyor. Ve uzmanın onun etrafındakileri anladığını fark etmesiyle çeyrek asır sonra kendini anlatmanın, anladığını göstermenin yolunu o sembollerde buluyor. Bu sembollerle kendini anlatabildiğini, etrafındakilerle iletişim kurabildiğini gören annesi ve kız kardeşi doktorun ona 25 yıl önce yakıştırdığı "bitki" söylemini "Ben bitki değilim" diye reddettiğini görünce şok oluyorlar. Filmi izlerken sırf kendini anlatamadığı için onun başına gelen türlü türlü sıkıntılar ve eziyetlere şahit olmak bile insanı mini bir depresyon demosunun içerisine hapsediyor.
O hastalığa yakalanan birinin etrafıyla iletişim kurabileceğini anlamaları herkesi sarsıyor elbette. Haberlere konu olan Mateusz bir anda adeta oynadığı önemsiz sessiz film karakterinden herkesin dikkatini celp eden bir önemli karakter oyuncuya eviriliyor. Bilim dünyası onu anlamak için çaba sarf ederken onların da ne denli sağırlaşıp, körleşip ön yargılarına esir olabildiklerine şahit oluyorsunuz.
İzlerken Mateusz'u gerçekten kendisinin oynadığını düşünüyorsunuz çünkü öylesine kusursuz bir oyunculuk var ki ortada size her şeyi tümüyle gerçekmiş gibi hissettiriyor. Dawid Ogrodnik'i filmin son kısmında Mateusz (bkz. fotoğrafı en alta) ile birlikte görünceye kadar başka bir oyuncunun onu oynadığına ihtimal dahi veremiyorsunuz. Hele bir bilim kurulu önündeki sahnesi var ki oradaki oyunculukla zirveye ulaştığını söyleyebiliriz. Oscar'ı hak eden bir oyunculuk abarttığımı düşünenler de izleyince bana hak verecekler eminim. Böyle kıyıda köşede kalmış pek çok insanın bilmediği filmler aslında milyon dolarlık bütçelerle tanıtılan pek çok filmden çok daha kaliteli bence. Belki pek çoğunuzun benim gibi daha önce ismini bile duymadığı bir film olabilir. Gerçek bir hikaye de olsa duyguları manipüle etmeye çalışan abartılı ticari bir yönetmen dokunuşu olsa film bence insanda bu kadar etki bırakmaz. Alabildiğine sade, olabildiğince içten, gösterişten, abartıdan uzak hikaye ne ise onu ve özünü anlatmaya çalışan, asıl mesajı vereye çalışan, büyük bir alkışı hak eden bir sinemacılık izliyorsunuz.
İnsanın üzerinde etki bırakan filmler vardır, bir de yarattığı his dünyasından uzunca süre size çıkmak için müsaade etmeyen filmler vardır. Bu film benim için öyle bir filmdi o nedenle Mateusz'un sabır, azim ve kararlılık dolu hikayesini yazmak sizlerle paylaşmak istedim. Onu seven, sevmeyen herkes bu mücadeleden vazgeçmişken onun azimle anlaşılma mücadelesini vermeye devam etmesi gerçekten çok çarpıcı. Bizim gibi çok daha küçük dertleri büyütüp dünya başına yıkıldı zannedenler için ise ibretlerle dolu bir hikaye onunkisi.
Mateusz